GOOGLE+

Home » » ANTALYA

ANTALYA

Rate it :

ANTALYA:


  TARİHİ


Tarih Öncesi Dönem

“Attalos Yurdu” anlamına gelen Antalya, II. Attalos tarafından kurulmuştur. Bergama Krallığı’nın sona ermesiyle (M.Ö. 133) bir süre bağımsız kalan kent, daha sonra korsanların eline geçmiştir. M.Ö. 77’de Komutan Servilius Isauricus tarafından Roma topraklarına katılmıştır. M.Ö. 67’de Pompeius’un donanmasına üs olmuştur. M.S. 130’da Hadrianus’un Attaleia’yı ziyaret etmesi şehrin gelişmesini sağlamıştır. Bizans egemenliği sırasında piskoposluk merkezi olan ismi görülen Attaleia, Türklerin eline geçtikten sonra büyük bir gelişme göstermiştir. Modern şehir, antik yerleşmenin üzerine kurulduğundan, Antalya’da antik çağ kalıntılarına çok az rastlanmaktadır. Görülebilen kalıntıların ilki, eski liman olarak nitelenen liman mendireğinin bir kısmı ve limanı çevreleyen surdur. Surların park dışındaki kısmında restorasyonu yapılan Hadrian Kapısı Antalya’nın en güzel antik eserlerinden biridir.

Antalya şehri ve çevresine antik çağda, “çok verimli” anlamına gelen Pamphylia, Batı kesimine ise Lykia denirdi. Milattan önce VIII. yüzyıldan itibaren buraya Ege denizinin Batı kıyılarından göçenler; Aspendos ve Side gibi şehirleri kurmuşlardır. II. yüzyıl ortalarında hüküm süren Bergama Kralı II. Attalos, Side’yi kuşatmıştı. Antalya’nın yaklaşık 75 km. doğusundaki Side’yi alamayan kral, şimdiki il merkezinin olduğu yere gelerek bir şehir kurdu. Buraya onun adı verilerek Attaleia dendi. Zaman içinde Atalia, Adalya diyenler oldu. Antalya, onun adından gelmektedir.
Yapılan arkeolojik kazılarda Antalya ve bölgesinde, günümüzden 40 bin yıl önce insanların yaşadığı ispat edilmiştir. Milattan önce 2000 yılından bu yana bölge, sırasıyla; Hitit, Pamphylia, Lykia, Kilikya gibi kent devletlerinin ve Pers, Büyük İskender ile onun devamı sayılan Antigonos, Ptolemais, Selevkos, Bergama Krallığı’nın idaresine girmiştir. Daha sonra Roma Devleti, hüküm sürmüştür. Antalya’nın antik çağdaki adı Pamphylia idi ve burada kurulan şehirler bilhassa II. ve III. yüzyılda altın çağını yaşadı. V. yüzyıla doğru da eski ihtişamını kaybetti.

Osmanlı Dönemi


Yöre Doğu Roma ya da Türkiye’de tanınan adıyla Bizanslıların hâkimiyeti altındayken, 1207’de Selçuklular tarafından Türk topraklarına katıldı. Anadolu Beylikleri devrinde ise Teke Aşiretinin bir kolu olan Hamitoğulları’nın egemenliğine girdi. Teke Türkmenleri, Türklerin eski yurdu bugünkü Türkmenistan’da da nüfus olarak en büyük boylardan biridir. XI. yüzyılda bir kısmı buraya gelmiştir. Bugün Antalya’nın kuzeyi ile Isparta ve Burdur’un bir kısmı olan Göller Bölgesinin, bir adı da Teke yöresidir. Osmanlılar zamanında Anadolu eyaletine bağlı Teke sancağının merkezi, şimdiki Antalya il merkeziydi. O yıllarda buraya Teke sancağı denirdi. İlin şimdiki adı ise aslında antik çağdaki adının biraz değişmiş şeklidir ve Cumhuriyet döneminde verilmiştir.

XVII. yüzyılın ikinci yarısında Antalya’ya gelen ünlü Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi, kale içinde dört mahalle ve üç bin ev, kale dışında 24 mahallesi olduğunu belirtir. Şehrin çarşısı ise kale dışındaymış. Evliya Çelebi’ye göre limanı, 200 parçalık gemi alacak büyüklüktedir. İdarî bakımdan Konya’ya bağlı Teke Sancağı’nın merkezi olan Antalya, Osmanlı imparatorluğunun son yıllarında bağımsız sancak haline getirildi.


Milli Mücadele dönemi

Sevr Antlaşması’ndan sonra Antalya’nın kontrolü İtalya Krallığı’na geçmişti.
1919 yılı Türk Milleti’nin en karanlık yıllarından biriydi. Birinci Dünya Savaşı’na gidenlerin ancak yüzde üçü geri gelmişti. Onlar da, ya kolsuz ya bacaksız veya alil ve âmâ bulunuyordu. Dayanabilen bütün kuvvetler bitmişti. Savaştan sonra yapılan Mondros Ateşkes Antlaşması’yla Antalya ve çevresi İtalya Krallığı’na verilmişti. Bu dönemde işgalciler istedikleri gibi Anadolu’yu istilâ ediyor, Anadolu limanları İtilaf Devletleri’nin gemileri ile dolmuş, kara kısmında İtilaf Devletleri askeri okulları boşaltıyor, askerî daireleri yıkıyor, yakıyor; ilçe ve köylerde dolaşıyordu.
Antalya yöresinde Yörük Ali Efe’nin evinde kentin ileri gelenlerinden bir grup, Antalya Rumlarının dışarıdan ufak bir yardım gördükleri takdirde isyana kalışarak memleketin İtilaf kuvvetlerine teslim olacağı tehlikesine karşı Antalya’yı korumak konusunda toplantı yapmaya karar verirler, ancak yapılan toplantılardan bir sonuç alınamaz. Bir müddet sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerinden bölgesel savunma cemiyetlerinin kurulduğunun duyulması ve 19 Mayıs 1919 günü Samsun’dan gelen haberler Antalya’da bir savunma cemiyeti kurulması fikrini yeniden gündeme getirir.
Antalya Müdafaa-i Heyeti Milliye Cemiyeti
Aralarında Müftü Yusuf Talat, belediye Reisi Hüsnü Karakaş’ın bulunduğu bir grup kurulacak derneğin şekli hakkında mutasarrıfla görüşmeleri gerekiyordu. Mutasarrıf Cemal Bey, bu yeni icat edilen cemiyetten ürkmüş olmalı ki bir türlü bu fikre yanaşmıyor ve görüşmek isteyen grubu reddediyordu. Çok uzun uğraşlar sonucunda hasta yatağındaki mutasarrıf Cemal Bey’in kendini kapattığı eve giren dernek yanlıları ülkenin başına gelen felâketten bahis ile ne yapmak, ne gibi tedbirler almak lazım geldiği hakkındaki Ziraat Müdürü Akif Bey’in ateşli sözlerine karşı yatakta yatan Cemal Bey coşarak doğruldu ve Ben milletimle beraberim, ne yapmak lazımsa beraber düşünerek yapalım dedi. Bu sözden memnun kalan heyet toplandı ve Belediye Dairesi’nin bir odasında “Müdafaa-ı Heyeti Milliye Cemiyeti” unvanı ile faaliyete girişti. Bu cemiyet 4 Eylül 1919’daki Sivas Kongresi’ndeki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulması kararı uyarınca bu cemiyetin bir kolu olarak Antalya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adını aldı. vDernek 4 yıl 24 gün çalıştıktan sonra üzerine düşen vatani görevini tamamlamış olarak kapanış belgesini Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne sundu. Dernek başkanı Gazi Musfata Kemal Paşa 11 Haziran 1923 tarihinde derneğin kapanış belgesini uygun bulup onayladı.

Büyük Taarruz’da Antalya

Büyük Taarruz
26 Ağustos’ta Türk Ordusunun saldırıya başlamış olduğu ufak tefek haberlerle duyuldu. 29 Ağustos’ta Afyonkarahisar’ın Türklerin eline geçmesi haberinin şehre gelmesi Antalya’daki Türkleri sevindirdi. 30 Ağustos Zaferi, Dumlupınar Yunan mevziilerinin düşmesi; sevinç dalgası ile Türkler kutlamalara başladılar. Ayrıca Türkler zaferi kutlarken, bir yandan da geceleri çiftliklerin civarında İtilaf kuvvetlerinin bir çıkartma yapması ihtimalini önlemek için hazırlıklar yapılmıştı.
7 Eylül günü zafer kutlanmak için Mavnacılar Cemiyeti iskelede tertip ettikleri gece deniz eğlencesine bütün alay subaylarını davet ettiler. Üç gün sonra Türk ordusunun 9 Eylül’de ve saat 10’da İzmir’e girildiği haberi alındı. Eğlencelere Rumlar da ayrıca bir şenlik tertip ederek sokakları dolaşmış, “Yaşasın Türkler ve Ordu, Kahrolsun düşmanları” diye bağırmışlardır. Merkez Kumandanlığı önünde büyük bir zafer kemeri kuruldu. Bütün halk ve asker tarafından resmi geçit yapıldı, nutuklar söylendi, şiirler okundu, sabaha kadar eğlenildi.
11 Eylül’de Antalya’da zafer alayı tertip edildi. Önde bir subayın idaresinde bir manga asker sancak ve süngülü muhafızları, alay kumandanı kaymakam Mehmet Ali Bey, bir bölük askerin ortasında mektepler zafer arabası, cemiyetler ve halk. Gece fener alayları sabaha kadar devam ettirildi. O gün Balıkesir ve Bursa’nın ele geçirildiği haberleri de alındı. 12 Eylül’de dahi depo alayı ayrıca zaferi kutlamak için bir eğlence düzenledi. Bu eğlence, Şarampol’deki Talim Meydanı’nda yapıldı. Gece Şarampol’den başlayıp Fener Mevkii’nde sonuçlanan bir fener alayı yapıldı. Kutlamalar askeri yürüyüşler ve müsamereler Kasım ayına kadar sürdü.

Cumhuriyeti dönemi

29 Ekim 1923’ten sonra ülkenin tamamında olduğu gibi Antalya’da da pek çok değişim göstermiştir. Osmanlı döneminde sancak olan bölge cumhuriyet dönemiyle birlikte il haline gelmiştir. 1923-50 döneminde küçük ölçeklerde gelişen ilin nüfusu özellkle de ilin merkezinin nüfusu 1950 yılından sonra yoğun göç almaya başlamıştır.
Antalya’da 1950-60 yılları arası dönem; sanayileşmenin başlamasıyla birlikte kırdan kente göçle gelen nüfus artışının görüldüğü, bunun sonucunda daha iyi iş, daha iyi çalışma, dinlenme ve barınma arzularıyla kente gelen kişilerin bu ihtiyaçlarına cevap verecek kenti kurma çabalarının görüldüğü bir zaman sürecidir. Kentte 1950’den sonra da artarak devam edecek olan göçün, mekânda yaratacağı sosyal, kültürel ve fiziksel değişimler de bu dönemde yavaş yavaş başlamıştır. Kentte 1960-70 yılları arası dönemde, kentleşme hareketlerinin mekânsal etkileri görülmeye başlanmıştır. Bu dönem, üretimde farklılaşmayı getiren, sosyo-ekonomik ve kültürel değişime yol açan yeni bir yerleşme biçimlenmesinin başladığı dönem olması açısından önem taşımaktadır. 1960-1965 yılları arasında Kalekapısı çarşısı oluşmuş, 1965-1970 yılları arasında, Kalekapısı ile Belediye işhanı arasında, caddenin güneyinde bugünde kullanımı devam eden ticaret fonksiyonları yerini almıştır. 1970 yıllarında Vakıf İşhanı yapılmıştır. Doğal ve kültürel kaynak potansiyeli yüksek bir kent olan Antalya’nın 1969 yılında turizmde öncelikli alanlar olarak belirlenmesiyle planlama ve yatırım önceliği artmıştır. 1960-70 dönemi Antalya’nın hızlı nüfus artışı ve kentleşmeden doğan sosyal, kültürel ve mekansal değişimlere hazırlıksız yakalandığı bir süreçtir.
1974 yılından itibaren Antalya’da, güney kısmının turizm alanı ilanı ve altyapı çalışmalarının başlaması, liman inşaatının tamamlanması, havaalanı kapasitesinin arttırılması, eski liman ve Kaleiçi projesinin uygulamaya konulması, Fethiye-Kaş yolunun yapılması, Antalya’nın ülke çapında çok önemli bir turistik merkez işlevi yüklenmesi sonucunda kent 1970’lerden 1990’lı yılların sonuna kadar düzensiz bir şekilde yapılaşmıştır. Antalya kent yapısı özellikle 1990’ların sonundan başlayarak önceki döneme göre daha fazla göç almış ve bu da şehirdeki doğal dokunun bozulmasına, konut talebinin artmasına ve kentin kalabalıklaşmasına sebep olmuştur.
Antalya, 2 Eylül 1993’te çıkarılan 504 sayılı kanun hükmünde karanameile büyükşehir unvanı kazandı. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları valilik binası merkez kabul edilerek yarıçapı 30 kilometre olan dairenin sınırlarına genişletildi. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu.

TARİHİ YERLER

Aspendos (Belkıs)




Antalya – Alanya karayolunun 44. km.sinden kuzeye dönen yolun 2. km.sinde yer alan Aspendos, sadece Anadolu’nun değil tüm Akdeniz dünyasının en iyi koruna gelmiş Roma Dönemi tiyatrosuna sahip olmasıyla ünlüdür. Şehir, bölgenin en büyük nehirlerinden Köprüçay (Antik Eurymedon) yakınlarındaki tepe düzlüğünde kurulmuştur. İ.Ö. 5. yy.da basılmış sikkelerinde adı Estvediys olarak geçer. Anadolu kökenli bu ad, şehrin çok eski dönemlerde yerleşim gördüğünün kanıtıdır. Akdeniz ile ulaşımını ve gelişmesini yakınındaki nehre ve dolayısıyla çevresindeki bereketli topraklara borçlu olan Aspendos’ta bugün çoğunlukla tiyatro ve suyolları ziyaret edilir. Şehre ait diğer yapıların kalıntıları ise tiyatronun yaslandığı tepenin düzlüğünde yer alır ki, son yıllarda düzenlenen patika ile ulaşım sağlanabilmiştir.
Aspendos Tiyatrosu, gerek mimari özellikleri gerekse iyi koruna gelmişliği ile Roma Devri tiyatrolarının günümüzdeki en seçkin temsilcilerinden biridir. Tanrılara ve devrin imparatorlarına adanan yapı, Roma tiyatro mimarisinin ve yapım tekniğinin son çizgilerini sergiler. Her ne kadar oturma sıralarının (auditorium) alt bölümünün şehrin kurulduğu tepenin doğu yamacına yaslanması daha eski mimari gelenekleri yansıtsa da, üst bölümün kemerler üzerinde serbest yükselmesi, sahne binası ile auditorium arasındaki mimari uyum, yarım daire planlı auditorium yan girişler (parados) üstünün kapalı olması ve yan duvarların auditoriuma paralel konumda bulunması salt Roma tiyatro mimari özellikleridir. Altlı üstlü iki bölümden oluşan oturma sıraları diazoma adlı yatay geçişle birbirinden ayrılır. Tüm auditorium altta 21, üstte 20 olmak üzere toplam 41 oturma sırasına sahiptir.
Yan ana girişlerin (parados) üzerinde, şehir seçkinlerinin oturduğu localar yer alır. Auditoriumun en üst sırası 58 sütun ve kemerden oluşan bir galeri ile çevrelenmiştir. Devrinin en görkemli yapılarından biri olan Aspendos Tiyatrosu 7–8 bin kişi alabilmekteydi. İmparator Marcus Aurelius devrinde (İ.S. 161–180) yazıtlardan Curtius Crispinus ve Curtius Auspicatus adlı şehrin zengini iki kardeş tarafından yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Üst galerilerdeki, girişteki ve sahne binasındaki onarım izlerinden Selçuklular devrinde de onarıldığı anlaşılan tiyatro günümüzde de kullanılır haldedir. Ulu Önder Atatürk’ün 1930 yılında ziyaret edip “onarılıp yeniden kullanılması” için direktifler verdiği Aspendos Tiyatrosu, Kültür ve Turizm Bakanlığımız organizatörlüğünde, kendi adıyla anılan “Opera ve Bale Festivali”ne her yılın yaz aylarında ev sahipliği yapmaktadır. Tiyatronun yanında şehrin ziyaret edilebilir en önemli kalıntıları suyollarıdır. Aspendos suyolu sistemi antik suyollarının günümüze dek koruna gelmiş en iyi örneklerinden biridir. Genel görünümü yaklaşık 1 km. uzunluğundaki kuzey-güney konumlu kemerli köprünün her iki ucundaki su basınç kuleleri oluşturur. Kuleler, bulundukları aks üzerinde kuzeyde 5, güneyde 50 derece sapma gösterirler.
Tiyatronun yaslandığı, yer yer sur duvarları ile çevrili tepenin üzerinde ise şehir merkezinin yapıları olan agora, bazilika, anıtsal çeşme, meclis binası ile Antalya Müzesi’nce yürütülen kazılarla gün ışığına çıkarılan anıtsal tak, cadde ve Hellenistik tapınak, görülmesi gerekli kalıntılardır. Böylesine ufak ölçekte bir kentin tüm Akdeniz dünyasının en geçerli parasını basmasını ve anıtsal yapılarla donanmasını, tabiidir ki ekonomisindeki rahatlığa borçludur. Şehir ekonomisini ayakta tutan en önemli ihraç ürünü yakınlarındaki, bugün kurutularak pamuk tarımında kullanılan Kapria Gölünden elde edilen tuzdur. Diğer ihraç ürünleri ile beraber ulaşıma elverişli nehir vasıtasıyla diğer Akdeniz pazarlarına gönderilen tuz, şehrin en büyük kaynağıdır. Ayrıca bağcılık ve buna bağlı olarak şarapçılık, zeytin, zeytinyağı ile diğer tahıl ürünleri ve yaş meyve şehrin tarıma dayalı önemli ihraç ürünleriydi.
Tarihçiler Aspendos’ta yetiştirilen atların tüm Yakındoğu ve Akdeniz dünyasının en aranır atları olduğunu yazarlar. Ayrıca kilim ve benzeri tekstil ürünleri ile limon ağacından yapılmış çok özel mobilyaların başta Roma olmak üzere diğer Akdeniz merkezlerinin de en aranılır hediyelik eşyası oldukları kaydedilmektedir. Şehir tarihinin en renkli siması; çıplak ayak, uzun saç ve kirli giysileriyle şehirde dolaştığı ve Pythogoras felsefesinin temsilciliğini yaptığı söylenen Filozof Diodoros’tur. Aspendos, Bizans ve Selçuk dönemlerinde varlığını sürdüren şehirlerden biridir. Ünlü tiyatroda Selçuklu dönemi onarım izlerini özellikle dış cephe ortasındaki anıtsal kapı eklentisinde ve cephesindeki koyu kırmızı zigzag desenli sıva kaplamada görmek mümkündür. Selçuklu sultanlarının konakladıkları, kervansaray olarak düzenlendiği düşünülen sahne binasının günümüze dek sağlam kalabilmesinin en önemli nedeninin de bu Selçuklu onarım ve korumacılığına bağlanır.
Gerek mimari, gerekse heykel buluntularının mükemmelliği, Perge’nin heykeltıraşlık konusunda kendine özgü çizgilere sahip ekol kent olduğunu vurgular. Tiyatronun kuzeyinde Anadolu’nun en iyi koruna gelmiş stadyumlarından biri yer alır. Diğer Roma dönemi yapıları ise, ortasında yuvarlak bir tapınağın yer aldığı dikdörtgen planlı (alışveriş merkezi) agora, birçok değişik planlı mekânlarıyla şehrin diğer sosyal merkezi hamam ile anıtsal çeşmelerdir.
Şehrin baş tanrıçası, kökleri Anadolu ana tanrıçasından gelen Artemis’tir. Adına inşa edilen ve birçok tarihçinin sözünü ettiği tapınak, hala bulunamadığından tüm gizlerini de korumaktadır. Şehir İ.S. 5. ve 6. yy.larda da önemli bir dini merkez olarak varlığını sürdürmüş, kalıntılar arasında yer yer görülebilen kilise ve bazilikalar bu dönemde inşa edilmişlerdir. Ayrıca kutsal kitap İncil’de Aziz Paulus’un Aksu Nehrini kullanarak Perge’ye ulaştığının yazılı olması, nehrin ve Perge’nin Hıristiyanlığın kutsal nehir ve kentlerinden biri sayılmalarını sağlamıştır. Şehir, İ.S. 7. yy.dan sonra depremler ve savaşlar nedeni ile tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır.

Olympos – Chimaira


Antalya’nın güney sahillerinde Phaselis’ten sonra ikinci önemli liman kenti Olympos’tur. Şehir adını, 16. km. kuzeyindeki Torosların batı uzantılarından biri olan 2375 m. yüksekliğe sahip Tahtalı Dağı’ndan alır. Özellikle küçük hamam, mevcut kalıntıları ile Roma hamamının ısıtma sistemini mükemmel açıklamaktadır. Tarihçiler, şehrin baş tanrıçasının savaşın ve bilgeliğin tanrıçası Athena olduğunu yazarlar. Henüz yeri bulunmamış Athena Tapınağı ve diğer önemli yapıların, bugün ormanla kaplı akropol tepesinde yer aldıkları düşünülmektedir. Beydağları-Olympos Milli Parkı sınırları içinde yer alan şehre ulaşım, Antalya – Kumluca karayolundan güneye ayrılan iki sapaktan da mümkün olup, gerek plajı gerekse ormanlık alanları ile Antalya’nın beğenilen günübirlik tatil alanlarından biridir. Şehir, her ne kadar, Likya Birlik Meclisinde üç oyla temsil edilmişse de günümüze dek Likya Uygarlığına ait herhangi bir ize rastlanmamıştır. Antalya Müzesince yürütülen küçük çapta kazı, onarım ve çevre düzenleme çalışmaları dışında günümüz kalıntıları, çoğunlukla orman arazisi içinde ağaç ve çalılarla örtülü olup, Hellenistik, Roma ve Bizans dönemlerine aittir.
Olympos Limanı tarihte korsan yatağı olarak bilinir. Kilikyalı korsanların başı Zeniketes şehri üs olarak kullanmış, bu sayede “Mitras Kültü” de şehre yerleşmiştir ki bu doğu kökenli yaratıcı Işık Tanrısı Kültüdür. Şehirdeki korsan egemenliği İ.Ö. 67’ye dek sürmüş., İ.S. 43’te kesin Roma egemenliği, yeni parlak bir dönemin de başlangıcı olmuştur. Onarılan veya yeniden inşa edilen birçok yapı, demirci Tanrı Hephaistos (Vulcano) adına yapılan kutlamalar, İmparator Hadrianus’un (İ.S. 130) ziyareti, şehir tarihininin Roma dönemine ait renkli sayfalarıdır. Erken Hıristiyanlık döneminde önemini koruyan şehrin, Piskoposu Methodius adından en çok bahsedilen kişidir. Olympos, 4. yy.dan itibaren yeniden korsan hücumlarına uğramışsa da 5. yy.da Efes ve İstanbul konsüllerine katıldığı yazılı kayıtlardan anlaşılmaktadır.
Geç Hıristiyanlık döneminde önemini yitirmeye başlayan Olympos, 11. ve 12. yy.da Venedikli ve Cenevizli tüccarların ticari merkezi olmuş, ancak bu aktivite 15. yy.daki Osmanlı deniz üstünlüğüyle son bulmuştur. Olympos’un günümüze kadar ulaşmış kalıntıları genellikle doğudan batıya, doğru hızla denize akan bir ırmağın ağzında ve her iki yakasında yer alır. Antik dönemde kenti ikiye bölen nehir yatağı bir kanal içine alınarak her iki yakası da iskele olarak kullanılmış ve köprü ile birbirine bağlanmıştır. Bugün köprünün bir ayağı yerinde durmaktadır. Güney kıyıda, Hellenistik dönemin çokgen örgülü duvarı ile yanındaki Roma ve Bizans onarımlara işaret eden bölümü görülmektedir. Nehir ağzına yakın bir yerde küçük ve dik akropolde geç dönemlerden kalan ve özellikleri anlaşılamayan yapı kalıntıları yer alır. Irmağın güney kıyısındaki Hellenistik temelli ve Roma onarımlı küçük tiyatro oldukça harap olup, girişin bir yanı iyi korunmuş durumdadır. Şehrin görülebilir diğer önemli yapısı ise ırmak ağzının 150. m.sinde yer alan tapınak kapısıdır. İon düzeninde küçük bir tapınağa ait olduğu mimari parçalardan, Roma İmparatoru Markus Aurellius (İ.S. 161–160) adına yapıldığı da kapı önündeki heykel kaidesinden anlaşılmaktadır.
Hiç şüphe yok ki kalıntılar arasında en ilginci Antalya Müzesince yürütülen kazılarla gün ışığına çıkarılmış olan “Kaptan Eudomus’un lahdidir”. Nehir ağzının hemen yakınındaki kayalığın oyuğunda yer alan lahdin uzun kenarındaki gemi kabartması, kaptanın adının yanında gemisinin şeklini vermesi açısından da büyük önem göstermektedir. Olympos’un birkaç kilometre güneybatısındaki Çakaltepe olarak anılan yükseltinin güney yamacından devamlı olarak alev çıkar. Özellikle geceleri çok etkileyici olan bu doğa olayı metan gazının asırlardır aynı noktadan yeryüzüne ulaşmasından başka bir şey değildir. Bu doğa olayı Likya’da yaşayan ve soluğundan ateş püskürdüğüne inanılan Khimaira canavarı ile özdeşleşmiş ve bu sayede Olympos, Bellerophontes efsanesine ev sahipliği yapmıştır. Zamanla demirci Tanrı Hepaistos’un kült merkezi, Roma ve Bizans dönemlerinde de dini merkez olarak kullanılan alanda yer yer orijinal blokları görülebilen kutsal yol ile alevlerin etrafındaki bir takım yapıların temellerini görmek mümkündür. İç duvarları yer yer freskolarla süslü Bizans Kilisesi ise alandaki en anıtsal kalıntıdır.

Apollonia (Kılınçlar)


Kaş’a 22 km. mesafede, Kekova yolu üzerinde Kılınçlı köyünde Lykia Birliği’ne bağlı olarak kurulmuş bir kenttir. Kalıntılardan anlaşıldığına göre M.Ö. 4. yüzyılda kurulmuştur. Şehir “L” harfine benzeyen bir kayalığın üzerindedir ve kenti çevreleyen surların bir kısmı ayakta kalmıştır. İç kulenin batısında iyi durumda bir Bizans dönemi yapısı ile aynı döneme ait kilise bulunmaktadır. Kilisenin batısında tahrip olmuş tiyatro görülür. Hamam ve en ilginç yapılardan olan Heroon 6 prizmal gövdeli mezar anıtı diğer kalıntılardır.

Aperlai (Sıcak İskelesi)


Sıcak Yarımadası üzerinde, Sıcak İskelesi’ndedir. Karadan ulaşmak oldukça güç olduğundan buraya Kaş’tan ya da Üçağız’dan kiralanan teknelerle ulaşmak daha kolay ve zevklidir. Şehri kuşatan rektogonal ve poligonal tekniklerin kullanıldığı, kulelerle takviye edilmiş surun dışındaki tüm yapı kalıntıları Bizans ve sonrası dönemlere aittir. Karadan ise Kılıçlı’da bulunan Apollonia antik kenti görülerek ulaşılabilir. Ele geçen sikkelerden, bir Lykia şehri olan Aperlai’ nin tarihinin M.Ö. 5 veya M.Ö. 4. yüzyıla kadar indiği anlaşılır.

İsinda (Belenli)



Kaş’a 13 km. mesafede Belenli köyünün hemen yakınındaki tepe üzerinde kurulmuştur, İsinda küçük bir Lykia şehridir ve etrafı surlarla çevrilidir. Kentte yer alan akropolün ortasında Lykia yazıtlı iki ev tipi mezar ilgi çekicidir. Ayrıca birçok kaya mezarı ile Roma devrine ait Lykia tipi lahitler günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.

Pirha (Bezirgan)


Önemli bir yayla köyüdür. Pirha kalıntılarına köyden 20 dakikalık bir yürüyüşle ulaşılır. Antik kent, denizden 850 m. yüksekte kurulmuştur. Kaya mezarları çoktur ve yönleri denize doğrudur. Lahitler ise dağınık bir şekilde sıralanmıştır. Birçok heykel ve rölyef bulunmuş olup, bunlar Antalya Müzesi’nde sergilenmektedir.

Karain Mağarası


Karain Mağarası, Antalya’nın yaklaşık olarak 30 km.kuzeybatısında bulunmaktadır. Eski Antalya-Burdur karayoluna 5-6 km uzaklıkta bulunan Yağca Köyü sınırları içindeki Şam (Çam) Dağı’nın Akdeniz’e bakan kalkerli sarpça yamaçlarında yer alan çadır tepesi içine oyulmuş doğal bir mağaradır. Karain Mağarası Antalya Ovasından yaklaşık 150 m, denizden ise 650 m. yükseklikte bulunmaktadır. Mağarada yapılan arkeolojik kazılarda Paleolitik, Mezolitik, Neolitik, Kalkolitik, Bronz Çağı ve daha sonraki devirlere ait eserler bulunmuştur. Mağara geç devirlerde tapınak olarak da kullanılmıştır.

Alanya Kalesi


Alanya Kalesi zamanımıza kadar korunan tek Selçuklu kalesidir. 1225 yılında Roma kale kalıntılarının yerine Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından yeni bir kale yaptırılmıştır. 83 kule ve 140 burca sahip, üç sıra surlarla çevrili olan kale, bütün olarak iç ve dış kale bölümlerinden oluşur. Aya Yorgi Kilisesi, Kanuni Sultan Süleyman Camii, Akşabe Sultan Türbesi, Selçuklu Hamamı, Arasta, Bedesten, Sitti Zeynep Türbesi, Sultan Alaaddin Sarayı, irili ufaklı sarnıçlar, deniz feneri ve zindandan oluşan kale, bir tarih hazinesidir.


Kaleiçi


Kaleiçi; büyük bir bölümü yıkılmış ve yok olmuş at nalı şeklinde içten ve dıştan surlarla çevrilidir. Surlar, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı devirleri ortak eseridir. Surların 80 burcu vardır. Surların içinde kiremit çatılı 3000 kadar ev bulunmaktadır. Evlerin karakteristik yapıları Antalya’nın sadece mimari tarihi hakkında fikir vermekle kalmaz, aynı zamanda bölgedeki yaşam tarzını, gelenek ve görenekleri en iyi şekilde yansıtır.
1972 yılında Antalya iç limanı ve Kaleiçi semti, özgün dokusu nedeniyle “Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu” tarafından “SİT bölgesi” olarak koruma altına alınmıştır. Turizm Bakanlığı’na “Antalya- Kaleiçi Kompleksi” restorasyon çalışmasından dolayı, 28 Nisan 1984’de FİJET (Uluslararası Turizm Yazarları Birliği) tarafından Altın Elma Turizm Oskarı ödülü verilmiştir. Günümüzde Kaleiçi otelleri, pansiyonları, restoranları ve barları ile eğlence merkezi haline gelmiştir.
Antalya Antik Şehri, at nalı şeklindeki iki kalın duvar tarafından korunmaktadır. Bu sur şeklindeki duvarlardan biri deniz kıyısı koyundadır ve diğeri de kara tarafında bulunmaktadır. Bu duvarlara ek olarak çeşitli yerleşim birimlerini birbirinden ayıran duvarlar da vardır ve dış duvarlarda yaklaşık elli adımda bir kule bulunmaktadır. Bu duvarların yapılış tarihi antik dönemlere kadar gitmektedir. Romalılar bu Helenistik duvarların temelini atmışlar ve Selçuklularda genişletmiş ve onarmıştır.
Duvarlar yapılırken üzerlerinde antik yazıtlar bulunan birçok taş blok kullanılmış ve bunlar 19. yy’a kadar çok iyi korunabilmiştir. Bugün şehir içinde duvarların ancak Hıdırlık Kulesi, Hadriyan Kapısı ve Saat kulesi gibi kalıntılarına rastlanabilmektedir. Deniz tarafından kaplanan antik şehir ve duvarlar günümüzde Kaleiçi diye adlandırılmaktadır. Caddeler ve binalar hala Antalya’nın tarihini yansıtan birçok işaretle doludur. Evlerin karakteristik yapıları Antalya’nın sadece mimari tarihi hakkında fikir vermekle kalmaz aynı zamanda bölgedeki yaşam tarzını, gelenek ve görenekleri, yaşam alışkanlıklarını en iyi şekilde yansıtır.
Sur içindeki dar sokaklar limandan yukarıya duvar boyunca uzanırlar. Yivli Minare, Keyhüsrev Medresesi, Karatay Medresesi, İskele Camii, Tekeli Mahmut Paşa Camii sur içindeki önemli tarihi eserlerden sadece bazılarıdır.

Kırkgöz Han


Antalya-Burdur karayolunda, Antalya’ya 30 km. uzaklıktadır. Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından yaptırılmıştır. Basık kemerli giriş kapısının üzerinde 1236 tarihini taşıyan yazıtı vardır. Girişin karşısında ve avlunun kuzeyinde beşik tonozlu kapalı (kışlık) bölümü uzunlamasına yer almaktadır. Avlunun doğusu ile batısında revaklı kısımlar bulunmaktadır.

Kesik Minare Camii (Korkut Camii, Cami-i Kebir)


M.S. 5. yüzyılda Bizanslılar tarafından Meryem Ana adına Panaghia Kilisesi olarak inşa edilmiş ve II. Bayezid zamanında Şehzade Korkut tarafından camiye dönüştürülmüştür. Bunun için Korkut Camii veya Cami-i Kebir adı ile de anılır. Kilisenin camiye dönüştürülmesi sırasında inşa edilen ve sade yapılışı olan mihrabı, kesme taştandır. 1896 yılında bir yangında zarar gören caminin minaresinin ahşap üst kısımlarının da yanması sonucunda Kesik Minare adını almıştır.

Kale Camii (Sultan Süleyman Camii)


Alanya’da, tersanenin batısındadır. Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubad tarafından yaptırılan cami 1530-1566 yıllarında Sultan Süleyman tarafından tekrar yaptırıldığı için Sultan Süleyman Camii adıyla da anılmaktadır. Moloz taştan olan yapı, kare planlıdır. Sekizgen kasnak üzerine, kiremitli bir kubbesi vardır. Son cemaat yeri, dört ayak üzerine kiremitli-üç kubbe ile örtülüdür.

Bali Bey Camii


Surlar dışında Muratpaşa Mahallesi’nde Bali Bey Sokağı’ndadır. Sekizgen kasnak üzerine büyük bir kubbenin örttüğü yapı kareye yakın bir plan göstermektedir. 15. yüzyılda akıncı beyi Malkoçoğlu Bali Bey tarafından yaptırılmıştır.

Aziz Nicolas Müzesi


Myra (Demre), Hıristiyan dünyasında Noel Baba diye bilinen Aziz Nicolaus’un piskoposluk ettiği yer olarak tanınmaktadır. Kilise, ölümünden sonra Aziz Nicolaus’un anısına 6. yüzyılda inşa edilmiştir.
Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında, İtalyan denizcilerince kırılarak Bari kentine kaçırılan Aziz Nicolaus Lahdi’nden kalan birkaç parça, Antalya Müzesi’nde sergilenmektedir. Her yıl 6-8 Aralık tarihleri arasında Demre ve Kaş’ta düzenlenmekte olan Uluslararası Noel Baba Festivali, son yıllarda Antalya’da yabancıların da katıldığı bir sempozyum şekline dönüşmüştür.

Aya Yorgi Kilisesi


Alanya Kalesi’nin İç Kalesinde yer alan Aya Yorgi (Hagios Georgios) olarak bilinen ve M.S. 6. yüzyılda da yapıldığı sanılan Bizans dönemine ait küçük bir kilisedir. Dini önemi artınca zaman içinde piskoposluk haline gelmiştir. Kaledeki Selçuklulara ait olmayan tek eser olması yanında Alanya’nın Türk-İslam dönemi öncesinden günümüze ulaşabilen ender yapıdır. Ana özelliğini koruyan kilisenin içinde yer yer tahrip olmuş veya sökülüp atılmış fresk izlerine rastlanmaktadır. Kale ile bir bütün olarak koruma altına alınmıştır.
Share this article :

Yorum Gönder

 
TOP
©. TÜRKİYE -
-